Bir Üstadın Ardından

07 Eylül 2018 Cuma
Bir Üstadın Ardından


Türk Tarih Kurumu Binası’na ilk olarak tahminen 1981-82 yıllarında, bir yandan Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci iken, bir yandan da Turgut Bey’in bürosunda çalıştığım esnada, bir evrak götürmek amacıyla gitmiştim.

Kemal Nalbant

Türk Tarih Kurumu Binası’na ilk olarak tahminen 1981-82 yıllarında, bir yandan Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci iken, bir yandan da Turgut Bey’in bürosunda çalıştığım esnada, bir evrak götürmek amacıyla gitmiştim. Dönüşte bana binayı nasıl bulduğumu sorduğunda, özellikle taş kaplamaları, avlusu, kütüphanesi ve işçiliğinden etkilendiğimi söylemiş idim. Aradan geçen zamanda Kütüphane’yi kullanmak üzere arada bir oraya gittim. Ve her seferinde yapının bir başka detayından neler öğrenebileceğim üzerine düşündüğümü hatırlıyorum. Son olarak da, 3 ay kadar önce Emine Öğün’ün (kızı) ricası üzerine yapının çatısındaki bazı sorunlarla ilgilenmek üzere gittim. O zaman da daha önce pek fotoğrafı yayınlanmamış yapının, çatısının aslında ne kadar özel bir tasarıma sahip olduğunu, aynı zamanda projenin ruhu ile hayata geçişi arasındaki mutlak uyumu ve ilk yapılmasının ardından geçen kırk küsur yıla karşın parıldayışını düşündüm.

Emine ile telefonda çatı sorunlarını konuşurken Türk Tarih Kurumu Binası’nın aslında “Ankara’nın Karatay’ı” olduğunu söyledim.Bu belki de yazının sonunda söyleyeceğimi başta söylememi gerektiriyor:
Kültür Bakanlığı, Mimarlar Odası vb. kurumlar, yarından tezi yok Turgut Cansever’in öncelikle Türk Tarih Kurumu’ndan başlayarak bütün yapılarının ‘ tescil’lenerek “20.yy. Modern Mimarlık Yapıtlarının Korunması” kapsamında, değilse 20.yüzyılın Türkiye mimarlık alanındaki en önemli adamının eseri olarak koruma altına alınmasını önermeli ve bunun için çalışmalara başlamalıdır. Aslında karşı karşıya olduğumuz ‘insan’ın nasıl biri olduğuna dair fikir vermek üzere çeşitli zamanlarda yaptığı konuşmalardan bir kesit vererek
yazıya devam etmek istiyorum:

“… Batı çok sesli musikisinde, musiki etkileyici ses gruplarının birleşmesiyle oluşurken, ritmik düzeni, yani musikinin zaman içerisinde bir olay olmasının bilinciyle meydana getirilecek güzellik hiç gündemde yoktu. Batı klasik yahut Barok musikisini kökünden sarsan hadise, cazdır. Cazı yapanlar, 16. asırda İslamlaşmış Müslüman Afrika’dan zorla götürülmüş esirler. Onlar kendi aralarında bu ritmik düzenin şiirini yaşıyorlardı… Bu insanlar Amerika’da bütün Batı Barok musikisinin dışında bir halk musikisi geliştirdiler. Burada ritmik düzen ve emprovizasyon çok önemli. Emprovizasyon, yani taksim Batı musikisinde mevcut olmayan bir hadise.”
“… Bir ‘an’ı tarif ettiği zaman, oluşumun o anını dondurup o anın mutlak doğruları yansıttığını düşünüyordu Rönesans insanı. Bunu en açık biçimde ifade eden sanatın, kuşkusuz resim olduğu söylenmelidir. Resim hiçbir çağda Rönesansta oynadığı etkinliğe benzer bir etkinliğe sahip olmamıştır. Dolayısıyla resmin tahlilinden hareket edersek bir çok ipucu elde edebiliriz… Modern çağ, nükleer fizikte elde edilen bilgilerle, kültür alanında oluşan hadiselerin çoğu Asyai yahut İslam kaynaklıdır. Kandinsky’nin resminde mekan telakkisi, o resme nasıl bakılması gerektiğine dair bilgi İslami kaynaklıdır. Rönesans, doğrusu geldiğimiz yanılgıların temelini teşkil ediyor.”
“… Somut resmin büyük temsilcilerinden bir tanesi Bracque. O’nun birbiriyle çatışan geometrik biçimleri bu trajik çatışmayı devam ettiriyor. Mimarideki tezahür çok önemli, Ortaçağ’da çok belirleyici. Bu da maddi dünya karşısında alınan tavırla ilgili. İslam’da, dünyada ne varsa, hepsini kullanmak, bunlardan yararlanmak insan için meşru addedilirken, Hıristiyanlık’ta bütün dünya hayatı günah sayılınca, binayı taştan yapmak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Taş da maddenin en büyük sembolü. Bunu mimarinin içine yerleştirdiğinde taşın taş olmaktan çıkartılması için ne varsa hepsini yapmak asli vazifesi. Taşın üzerine bir sürü profiller çiziliyor ve bunlarla siz, taşı taş olarak görmenize imkan bırakmayan gölgeleri, ışıkları ve çizgileri görüyorsunuz. Bir bakıma Katolik Kilisesi’nin iradesi maddi varlığı yok etmeye yönelik oluyor. Bu da maddi dünya ile inançlar arasında çok trajik bir çatışmanın ifadesi oluyor… Kur’an’da “…Onlar dünyayı bildiler” diyor. Bu fiili yapma sonunda günah ortadan kalkıyor fakat cennet, tarifi icabı, mutlak ahengin olduğu bir yer olduğu için, mutlak ahengin bulunduğu yerde bilinç imkansız. Bilincin imkansızlığı aşılmış oluyor. Dünyanın güzelliğini idrak etme imkanı doğuyorinsan için.”

Bu yaklaşımların ardından bir şeyler yazmak çok kolay değil ama, hayatımın önemli kırılma noktalarında O’nunla karşılaşmış, çalışmış olmanın birikiminin izlerini becerebildiğim oranda yansıtmayı deneyeceğim.
• Turgut Bey’in İstanbul Belediyesi’nde danışmanlık yaptığı 1980 yılında Venedik Bienali’ne gönderilmek üzere hazırlanacak geleneksel Osmanlı Mimarisini içeren panolar için yardımcı olmak üzere yanına gidip tanıştığımızda, Güzel Sanatlar Akademisi’nde pek de görmediğim heyecanına tanık oldum.
• 12 Eylül darbesinin ardından İstiklal Caddesi Rumeli Han’da yeni kurduğu bürosunda, antigron kabloları duvar ve tavanlara kroşe ile tespit ederek döşeyen elektrik tesisatçılarına ve oğlu Hasan’a nasıl kızarak, tarihi bir yapıyla nasıl ilişki kurulacağı üzerine söylediklerinin; aslında çağdaş Restorasyon’un temel ilkeleri olduğunu yıllar sonra tam olarak anlayacaktım. Bu doğrultuda içini görme fırsatını bulamadığım ama yayınlardan avucumun içi gibi bildiğim Bodrum Ertegün Evi Restorasyonu’nu anlatırken söylediği “… Şakuli menteşelere bağlı olarak açılan tarihi pencere kapaklarına karşılık, ufki menteşelerle bir saçak oluşturacak şekilde açılan kapakların kontrastı, tarihi ve aktüel olanın farklılaşmasını sağlayarak, her şeyin yerli yerine yerleştirilmesinin şiirini oluşturmaya fırsat yarattı… Böylece pencereler gizli asimetrilerle cephe düzenine yaşayan ve hissedilen bir kıpırdanış, bir hareket sağlarken, yapının kendisi, açılıp kapanan kapaklarla adeta yaşayan bir varlık haline dönüştürüldü. Restitüe ettiğimiz yapıya bahçe cephesinde yaptığımız ek, bize bilinçle değerlendirilmiş tarihi muhteva ile yeni yapıların ilişkilerine dair sorunları gündeme getirmek imkanını verdi.” sözleri yukarıdaki anıyı bütünlüyor.
• İşte bu Rumeli Han’daki büroda aralıklarla çalıştığım dört sene, benim Akademi’deki tüm eğitimim kadar etkili olmuştur. Öyle ki örneğin yaklaşık bir yıl süren (1981-1982) Ankara Sincan’daki Türk Tarih Kurumu Matbaası projesi yapılırken, Büro’da bir yandan ciddi yeni teknolojileri içinde barındıracak Turgut Bey’in kendi ifadesi ile “endüstriyel binanın iri cüsseli ifadesinin yanında insani faaliyetleri barındıran İdari Blokların narin karakterleri” için yoğun biçimde eskizler hazırlanırken ya da kardeşi Aydın Bey’in makine alanlarının üzerindeki çok etkileyici (bence anıtsal) çatı tonoz ve ışıklıklarının bir ölçüde “dengesizliği/asimetrikliği” eleştirisi üzerine, 16.yy klasik dönem Osmanlı dünyası ile çağımızın koşulları tartışmaları yapılırken, bir yandan da yapının ekonomik olması için yapılan ciddi mukayeseli analizler tartışılıyorsa ya da Prof. Şadi Sirel’e danışılarak doğal aydınlatma analizleri yürütülüyorsa, siz de algılarınız düzeyinde mimarinin meseleleri üzerine düşünmeğe başlarsınız.
Yine aynı dönem içinde yapılan, bizim ‘çiçeği burnunda mimar’ olarak çalıştığımız “Avanos Oyma Kaya Oteli” için Turgut Bey “… İnsanın, çevrenin, tabiatın ta içine yerleştiği, bu efsanevi ortamın bağrından çıkan malzemeyi kullanarak bu rüya aleminin sınırsız mekanı içinde insani ölçekte yapıların, ‘artifact’lerin tektonikler olarak Peri Bacalarına tezyini bir düzen ile katılması mimarinin asli amacı oldu. Mimari tasarımda teknik, konstrüktif ve hatta fonksiyonel sebepler ile dik açılı düzenlemelerin, dik açının şiirinin gelişmesini mümkün kıldığı ve kolaylaştırdığı aşikardır. İnsan ürünü yapıların ‘suni’liğinin tabiiliği de böyle oluşur.” derken, projenin hayata geçebilmesi için o esnada Kültür Turizm Bakanı olan Mükerrem Taşçıoğlu’na gittiğimizde, bakan ne dese beğenirsiniz? “Hocam çok güzel bir proje, ama buna yabancı yatırımcı bulalım!”
Öte yandan 1985 yılında “Mekke Um Al-Kura Üniversitesi Kampüsü” yarışmasında Stefano Bianca, Makia, Vedia Dökmeci, Gönül Evyapan, İngiltere’den (adını hatırlamadığım) hastaneler konusunda uzman bir grup, Mısırlı Al Vekil gibi uluslararası çapta isimler ile beraber Turgut Bey’in ana tasarımını yaptığı projeyi üretirken, çalıştığım Kızlar Kampusü projesinde, binaların giriş katının oyularak arkadlaştırılmasının niçin Turgut Bey’in mimarisinde yeri olmayacağını, zig-zag formlu kütlelerin nasıl bir fetişizme denk düştüğünü, deyim yerindeyse yavaş yavaş içselleştirdiğimi kayıt altına almak gerekir diye düşünüyorum. Yine o yıllarda S.Arabistan’da yapılan bir cami projesinin kubbelerine yaptığımız itirazı bizimle nasıl müthiş bir mütevazilikle kaal’e alarak tartıştığını unutmuyorum. Bizim sabahlamalarımız karşısındaki “gündüzün şerri, gecenin hayrından iyidir” Cansever özdeyişinin pek bir işe yaramadığını da.
• Turgut Bey ile bir diğer beraber çalışmamız ise bu kez Demir Tatil Köyü’nde Mehmet Öğün’ün (damadı) askere gitmesi üzerine şantiye şefliğinin bana teklif edilmesi ile olmuştu. 1988 sonu 1989 yıllarında yürüttüğüm bu görev esnasında Bodrum evlerinin taş duvarlarının şiiri ve derzleri üzerine uzun konuşmalarımızı, Turgut Bey’in yaklaşık 70 yaşında olduğu o zamanlar İstanbul’dan bindiği otobüs ile bütün gece yaptığı 12 saatlik seyahatten sonra, Torba Yolu’ndan geldiği dolmuştan sabah 7’de dere tepe inerek şantiyeye ulaştığı andaki dinamizmini ve heyecanını; son yaptığımız Bilgin Evi’nde sıvayı ortadan kaldırmak üzere o zaman yeni çıkan ‘Betopan’ panolardan oluşturduğumuz kalıplarla yaptığımız Roma Betonu duvarları ve horasan harcı deneyimini; benim bir işgüzarlık yaparak getirttiğim kırmızı Tomarza parke taşlarını, buradaki yapı geleneği içinde yeri olamayacağı nedeniyle geri gönderişini; Bleda Evi’nin yapılmış bütün temelini yıktırarak kotunu tamamen değiştirmesini; şantiyenin aslında nasıl bir laboratuar temizliğine sahip olması gerektiği söylemini; Kayserili Mehmet Şahin Kalfa’ya Arnavut Kaldırımını nasıl yapması gerektiğini öğretişini; O’nun ‘Demir Zeytinyağı’ndan yaptığı Kabak Kalye yemeklerini; olasılıkla çırağın yapmış olduğu hataları nasıl bağışladığını… hayatım boyunca unutmak pek de mümkün olmayacaktır. Herhalde benim asıl master eğitimim orada oldu ama diplomayı aldık mı bilmiyorum. Ben bu noktada bıraktım, ama Emine ve Mehmet doktora programını herhalde tamamladılar.

Benim -o yıllarda tüm Bodrum yarımadasının acımasızca talanını tartışırkenuğraş ve çabalarımızın aslında ‘denizde damla misali’ olduğunu söylemem üzerine, ümidimizi asla kaybetmemiz gerektiği yolundaki hadisli açıklamasının ardından, 1989 yerel seçimlerinden sonra seçilen Bodrum Belediye Başkanı Emin Anter’in ricası üzerine “Bodrum kasabası için neler yapılmalı” konusunda yazdığı raporu, o yıllarda ona ‘İslamcı’ yaftası yapıştıranlara ithaf etmek gerekir herhalde.

Bodrum Demir Tatil Köyü’nden sonra Ankara’ya dönüşüm ve B.Şehir Metropol İmar AŞ’de Yiğit Gülöksüz’ün daveti üzerine çalışmaya başlamam da, aslında Yiğit Bey’in Bodrum Demir’i ziyareti ve burada tanışmamız üzerine olmuştur. 90’lı yılların başına gelen bu döneme dair hatırladığım bir anı da Yiğit Bey’in İlhan Tekeli, Haluk Alatan, Doruk Pamir, Nezih Eldem, Doğan Tekeli ve Turgut Cansever’i ayrı zamanlarda danışmak üzere davet etmesidir. Yiğit Bey özellikle de konut konusunda her türlü fikre açık olduğunu söylediği halde, Turgut Bey’in Ankara - Elvanköy Gecekondu Önleme Bölgesi’nde bir adanın projelendirilmesi için istekli olmasına rağmen bu gerçekleşmedi. Aynı şekilde Cansever’in 1970’lerin sonunda yaptığı Batıkent Projesi yerine, bugünkü Batıkent felaketini yaptıranların sadece nicelik ve fiziksel büyüklükler peşinde olduğunu ve buradan yola çıkarak Türkiye’nin son 30 yılda özellikle konut alanında yapılagelen kentsel dehşet’in ‘rol modeli’nin de buradan kaynaklandığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
Sonra da bilindiği üzere “star mimarlar”la yapılan yüzeysel Toplu Konut İdaresi Eryaman deneyimi gerçekleşti. Ama aynı Turgut Cansever’in azmini hiç kaybetmediğini 1996’da yapılan ‘Habitat Kongresi’nde bu kez kendinden destek ve müşavere isteyen Hak-İş Konfederasyonu’na konut alanında hazırladığı rapordan görüyoruz. Turgut Bey’in ilk önce resim eğitimi görmek istediğinde, babası Ferit Bey’in karşı çıkması üzerine odasına kapanıp protesto amaçlı uzun süre ney çaldığını bildiğim için, bence bu durum şaşırtıcı değil.

• Sivas Kaleardı Mahallesi Koruma Amaçlı İmar Planı’nın benim kurduğum bir ekip tarafından yapılması da Turgut Bey’le birlikte son çalışmamdır. Bildiğim kadarıyla Planın onanmasının ardından Turgut Bey’in hazırladığı projeler hayata geçmemiştir. 1996 yılında yaptığımız bu çalışmada, bugün ortalama Sivaslının yerini bile bilmediği Sivas İç Kalesi’nin, yapılacak arkeolojik kazılar ardından, bütün katmanlarının değerlendirilerek sergilendiği Batı Avrupa Ortaçağ Kale Restorasyonlarında takip edilen usulün uygulanması önerilmişti. Yanı sıra, konut yerleşmesinin bulunduğu alanda Turgut Bey’in özenle seçerek önerdiği - üstünde yapı kalmamış da olsa, belki bir avlu duvarı, kapısı, bir pencere ya da cephe - gibi mimari detayların yer aldığı yapı ve/ veya yapı parçalarının korunması önerilmişti. Böylesi detaya dair, neredeyse arkeolojik ve müzeolojik ihtimama sahip bir yaklaşım da o güne kadar geliştirilmiş değildi. Özellikle Turgut Bey’in o tarihte park/çay bahçesi olarak kullanılan Kale İçi’nin korunmasına dair “…uğruna can verilen değerlerin yüce ruhun yalın biçimine yansıdığı, içinde ölüm ve hayatın asırlarca yan yana yer aldığı bir savunma yapısının çay bahçesi, çalgılı gazino vs. şeklinde bir zevk alanı olarak ses ve biçimlerin seviyesiz ortamı içinde yaşanan bir alan olarak kullanılmasına razı olunamaz... Geçmişte İç Kale’nin avlusu içinde subayevleri, asker kışlaları, hizmetkar evleri, mescid, hamam gibi yapıları barındırdığı hatırlanmalıdır… İç Kale duvarlarının ve kale içinin tarihi mimari yapısını ortaya çıkaracak özenli bir kazı çalışması kısa sürede yapılmalı ve kale içi düzeni planı buradan hareketle hazırlanmalıdır.” satırları çok önemlidir. Zira geçen yıl (2008) yapılan Kayseri İç Kale Yarışması sonunda, içinde korumacı akademisyenlerin de olduğu Jüri, Kale içini kazarak/ oyarak önerilmiş yapılaşmaları ‘bir etki altında kalmadan’ seçmiş ise, bizim katetmemiz gereken yolun uzunluğu daha da açıklık kazanır. Son olarak bir Sivas Seyahati’nden otobüsle Ankara’ya dönerken anlattığı Ertegün evinin tasarımı hikayesi ile bizzat içinde tanıklık ettiğim kısmı aktararak bitirmek istiyorum: Bir yandan mevcut konağın izleri, asimetrik düzeni, bir yandan bunun yeniden çağdaş kullanımı meselelerine kafa yorar iken, Ahmet Haşim’in “Bir taraf bahçe, bir taraf dere / Gel uzan sevgilim benimle yere / Suyu yakuta döndüren bir hazan / Bizi garkeyliyor düşüncelere ” dizelerini düşünerek, ‘ışığın’ burada yandığını söylemiştir. O restorasyon ziyafetinin, bu müthiş entelektüel, bilgece altyapının yanında zaman zaman linguistik çözümlemeleri de içermekte olduğunun bilinmesini istedim. Özellikle de geçen sene okuduğum bir yazıda bahsedilen Peter Zumthor’un bir şiirden yola çıkarak yapmakta olduğu tasarımı merakla beklerken.
• Turgut Bey’in çalışma hayatı birçok yönden dramatiktir. Öyle ki bir yandan hakikaten başyapıtlar üretirken, diğer yandan da bazen yönetiminde bulunarak  fikir ürettiği İstanbul Şehri planlaması ya da yarışmasını kazandığı Ortadoğu Teknik Üniversitesi Kampüsü, Diyarbakır Koleji, Beyazıt Meydanı projeleri veya Ankara Ulusal Müze ve Kültür Merkezi, Çırağan Sarayı, Batıkent Konutları gibi önemli projelerinin hiç biri hayata geçememiştir. Nasıl ki Turgut Bey’in Akademi’de öğretim üyeliği bir şekilde devam ettirilmemiş ise, hep bir yerlerde fikriyatının ve üretkenliğinin karşısına duvar örülmüştür.
Her ne kadar son yıllarda devlet/ hükümet katında aldığı Kültür Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri bu durumu bir ölçüde telafi edebilir gözükse de, bu noktada Uğur Tanyeli’nin 1991’de “...O’nun tutumu gündem dışıdır, çünkü siyaset sahnesinde at oynatan İslamcılar’ın böyle bir mimari talepleri yok. Talep bir yana, mimarlığa ilişkin kendi ideolojileriyle tutarlı bir öngörüleri yok… Dolayısıyla İslamcı politika odakları kendi amaçladıkları yaşam biçiminin nasıl bir kentsel ve mimari çevrede gerçekleşebileceğini düşünmüyorlar. …Turgut Cansever bu bilinçsizlik nedeniyle, kendisi için potansiyel bir hedef kitle oluşturan İslamcı toplum kesimiyle bağlantısı büyük oranda kopuk bir mimardır... Buna karşılık, İslamcı görüşü savunmayan, hatta ona muhalefet eden bir kitle Cansever’i çok daha iyi tanıyor, onun mimarlığını anlıyor ve ondan mimarlık talep ediyor. Cansever’in çözülmez mesleki çelişkisi bu olmalıdır. Müşteriler onun söylemini pek dikkate almaksızın mimarlığıyla ilgilenmektedirler; onun söylemini dikkate alabilecek olanlar ise mimarlığıyla ilgili değiller.” şeklindeki yorumu hala geçerliliğini koruyor. Zira “…Şu andaki hükümetin en önemli projesi olarak altı yılda 350 000 adetlik sefertası üreten TOKİ İdaresi’nin Turgut Bey’in Batıkent projesinden, ya da İstanbul’u tüneller-viyadükler şehri haline getiren Mimar Dr. Kadir Topbaş’ın, Turgut Bey’in 2005 yılında Kültür Bakanlığı Büyük ödülünü elinden aldığı ve şimdi Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’e hayata geçmesinin nazikçe önemini hatırlattığı Beyazıt Meydanı Projesi’nden, haberi var mı?” sorusunun cevabı bellidir.

Bu noktada Turgut Bey’in bütün eserleri ve külliyatı ile oluşan mimar profilinin olanca azametine karşın, benim çeşitli zamanlarda Mimarlar Odası içindeki çeşitli sorumluluklarım esnasında ondan rica ettiğim yazı (1991’de Ankara Şube’nin 5-10 sayfalık küçücük bültenine bile yazı göndermiştir) söyleşi, konferans vb etkinlikleri nasıl bir ciddiyetle ve görev edinerek beni hiç kırmadan gerçekleştirdiğini mutlaka kayıt altına almak gerekir. Hatta bununla da kalmayıp, bir zamanlar çeşitli ortamlarda beraber mücadele verdikleri Şevki Vanlı, Nezih Eldem gibi insanlarla beraber Oda’nın yürüteceği “Türkiye Konut Sorunu ve/veya Mimarinin Sorunları” konulu çalışmalara her zaman katılabileceğini söylediğine tanık olmuşumdur. (Bu noktada yine Oda’nın 50. kuruluş yılı dolayısıyla yapılması düşünülen bir yayın için çalışırken, 60’lı yıllarda Oda tarafından yayınlanmış ve Boğaz Köprüsü’ne karşı çıkan bir kitapçıkta İlhan Tekeli, Yavuz Önen gibi isimlerle beraber onun adını görünce, bu kitaptaki İstanbul’a ilişkin düşüncelerinin aradan 40 yıl geçtikten sonra hala geçerliliğini koruduğunu görmek O’na olan saygımızı perçinlemiştir.)

• Turgut Cansever 1989 yılında Arredamento Dekorasyon dergisinde yapılan bir söyleşide şöyle diyor “ ... Ama, mesela bir ressamın şansıyla bir mimarın şansı aynı değil. Ben Demir’de bu 35 evi yapabilmek için tam 40 sene bekledim. Orada da meselem, o evlerle ve o evlerde sürekli yaşamak isteyecek orta yaşını tamamlamış kişilerle, hangi mimari nitelikte -fonksiyonel nitelikte değil- bir çevre meydana getirmeliyim sorusuydu.”. Yine 2005 yılında yayınlanan “Mimar Sinan” kitabında “Mimari Nedir?” sorusunu “… Mimari insanın çevresini biçimlendirme çabalarının ürünüdür… Varlığın bütün alanlarını kapsayan ve hayatın getirdiği sorunlarla sürekli girift ilişkiler içinde olan mimari, maddi, bio-sosyal, psikolojik ve ruhi-akli varlık düzeylerinde geliştirilir.” biçiminde yanıtlarken; mimarinin geleceğine dair “… Şurası açıktır ki, İslam kültürünün özünden beslenen birlik içinde çeşitlilik, değişik mimari formlar ancak Tevhid ve onu tesis eden genetik temel anlaşılmak suretiyle kavranabilir… Artizanal üretimin saf, birikmiş, test edilmiş, basit standartlarının yitirilmesi aynı zamanda, mimarlarca benimsenen fetişist tavırlarının etkilerinin yanı sıra, mimari çevrenin sathiliğinin de nedenidir.” diyerek, içeriğine katılın ya da katılmayın, özgün ve manifester bir ‘söylem’ geliştirmiştir. Bununla da kalmayıp bizim kısır mimarlık ortamımızın cenderesini kıracak düzeyde başyapıtlar vermiştir.

Yapılarının biri diğerinden daha az önemli değildir ve çoğu da yarışmalar yoluyla yapılmıştır. Bunu bizim camiamızın kendisi ile aynı oranda kısır, mimari eleştiri ve yayın dünyasının hemen her kanadından onaylı yazılar desteklemektedir. Bu noktada, biraz da girişte yapılan önerinin gerekçelerini ortaya koymak amacıyla, O’nun birkaç projesi için yazılanlardan bazı alıntıları aktarmak istiyorum.

İstanbul, Büyükada Anadolu Kulübü Binası

Prof. Uğur Tanyeli :“… Bu tepkiyle Büyükada Anadolu Kulübü Oteli’ni (Abdurrahman Hancı ile birlikte) gerçekleştirmişti ki, 2. Ulusal Mimarlık Dönemi’ni gerçekten kapatan yapının, S.H. Eldem’in Adliye Sarayı değil, bu olduğu söylenmelidir. Önemi bu güne kadar yeterince takdir edilmemiş bu yapı Türkiye’de 1930’lardan sonra yapılmış ilk gerçek modern üründür. Yoğun Le Corbusier etkilerini Cansever’in hiçbir zaman yoksun kalmadığı bir ustalıkla işleyen bu yapıda bile ‘yerli’ bir duyarlılık arayışı vardır.” (Bu görüşü yıllar sonra yapılan Jean Nouvel’in Paris Arap Enstitüsü Binası’na bakarak da değerlendirebiliriz?)

Kadirli, Adana – Karatepe Açık Hava Müzesi Saçakları

Bu ülkede bir eşi daha olması için epeyce beklememiz gerekecek, her yönden nevi şahsına münhasır bu proje için Cansever : “… Kabartmaların tıknaz, yuvarlak, hareketli biçim düzenine karşılık, saçaklar araziye yayılarak eserlerini korurken, ‘koruma’nın ve yüksek bir teknolojinin sınırları zorlayan gerilimini aksettiren bir şekilde biçimlendirildiler.” der ve burada Türkiye’nin ilk brüt beton uygulamasını, Nail Çakırhan ile birlikte gerçekleştirmiştir. Prof. Yıldırım Yavuz bu çok özel projeyi “… Koyu yeşil çam ormanlarıyla kaplı tepenin alt yamacında, ağaçlar arasında, incecik kolonların taşıdığı, yatay etkili eğimli
saçaklar ve bu arada aynı malzemeyle yapılmış kısa kolonlar üzerinde eğime uyarlanmış kazı evi, doğanın görkemli estetiğine insan eliyle yapılan katkının ne denli ustalıkla, ne kadar akılcı bir yaklaşımla gerçekleştirebileceğinin, geleneksel mimari biçimlerden taklit etmeden ne ölçüde yararlanılabileceğinin ve bunların çağdaş bir anlayışla nasıl kullanılabileceklerinin bir öğretisidir.” diyerek olumlamaktadır.

Ankara, Türk Tarih Kurumu Binası

Prof. Abdullah Kuran : “… Geleneğin yeni yorumları Türk Tarih Kurumu Binası, İstanbul Atatürk Kütüphanesi gibi eserlerde karşımıza çıkıyor.” Prof. Ekrem Akurgal : “… Çağdaş Türk mimarlığına özgünlük kazandırmak, ona yerli bir nitelik sağlamak için çaba gösterenlerden biri de Turgut Cansever’dir. O’nun Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Binası bu akımın başarılı ve örnek bir temsilcisidir.”

1980 Ağa Han Jürisi : “… Çağdaş yapı teknolojisini geleneksel fikir ve ilkelerle birleştiren bir mimari anlatım biçimine giden yolda olumlu bir aşama oluşturan, Ankara’daki TTK Binası’na (verilmesi kararlaştırılmıştır). Binada, belli başlı işlevsel hacimlerin bir merkezi avlu çevresine toplanışı Osmanlı yapılarının içedönük kişiliğini yansıtırken, İslami (mimarinin) bütünlük ilkesi de parçaların bütünle ilişkisini belirlemekte bir düzenleme aracı olarak kullanılmıştır.”

Prof. Yıldırım Yavuz : “… Bina dışa kapalı çok parçalı taş kütlesi, taş kaplı duvarları ve batıya bakan yüzeyindeki dendanları nedeniyle savunma amaçlı bir kale görünümünde olup, aynı taşla yapılmış Ankara Kalesi’ni çağrıştırmaktadır… Çatıdan aydınlanan bir orta avlu çevresinde planlanmış çeşitli mekanlardan oluşan 3 katlı bina, bu durumuyla içedönük eski Osmanlı medreselerini anımsatmaktadır.”

Prof. Atilla Yücel : “ … İşte bu şekilde, Cansever ve Yener temel bir kökensel söz dizimi çevresinde düzenlenmiş süslemeli ve metaforik bir dil kullanarak, tarihi, çevresel ve davranışsal göndermelerle dolu bir mekansal düzen üretmiştir. Yapıları arkitektonik özellikleri aracılığıyla mimarlık hakkında ‘konuşmaktadır’. Böylece mimarlık basit bir eser olmaktan uzaklaşıp, bir söylem haline gelmektedir.”

Bu bölümü, Turgut Bey’in binanın taşları üzerine anlattığı bir anıyla bitirmek istiyorum: Yapı aynen Karatepe Saçakları ve Ertegün Evi’nde olduğu gibi Necati Kalfa ve Nail Çakırhan isimli iki virtüöz eliyle emaneten yapılır iken; bilinen esas kırmızı Ankara Taşı’nı çıkaran ocakların artık var olmadığı haberi üzerine çözüm arandığı esnada, galiba Bağlum’da bir heyelan olur ve TTK’nın kaplama taşları işte bu heyelan sayesinde ortaya çıkan kayalardan elde edilen malzemelerle cephelerde yerini alır.

Sonuç olarak, Turgut Cansever’in hemen hemen Cumhuriyet’le eş zamanlı ve yaşıt, 20. yüzyılın büyük bir bölümüne yayılan hayatının geçen ay noktalanması ile birlikte, Türkiye çağdaş mimarlık tarihinde bir dönem kapanmaktadır. Buna yakın zamanda kaybettiğimiz Şevki Vanlı ve Nezih Eldem’i de ilave edersek, bu yorumun daha da güçleneceği düşünülebilir. Bizim bu kaybın ardından bulacağımız teselli, O’nun her şeye rağmen gerçekleştirdiği başyapıtları, gerçekleşmeyen projeleri ve önümüzdeki yüzyıl için son derece umutvar düsturlardan oluşan muhalif/manifester söylemidir. Bu yalnız düşünce adamı/ mimarın bıraktıklarının ne kadar önemli olduğu, belki TTK Binası’nı “Ankara’nın Karatay’ı veya Yakutiye”si diye değerlendirmenin anlamı, zamanın aşındırdıklarından sonra geriye kalanlara bakılınca çok daha net olarak açıklığa kavuşacaktır. Bu yüzden de Turgut Bey’in yapıları tescillenerek ‘koruma’ altına alınmalıdır. Mümkünse, Beyazıt Meydanı’nda yapamadıklarını (uygulanmayan bölümünü) hayata geçirmek için uğraşılmalıdır.

Hasbel kader, böylesi bir değerle bir dönem de olsa beraber çalışmak benim yaşamımda çok önemliydi. Naçizane izlenimlerim bir köşede kayıt altına alınsın istedim. O’nun bütün kibarlığı, beyefendiliği yanında, hakikaten insana umut, neşe, sorumluluk yükleyen tavırları sonucu, benim ve O’nu anlayanların içselleştirdiği mimari duyarlılık ve mücadele ruhu umarım kolayca tükenmez.

Kaynak : Serbest Mimarlık Dergisi, sayı 20, 2017-Nisan, sf. 15-18