Kemal’in Miyar’ı
28 Nisan 2018 Cumartesi
Miyar Kemal’in özenerek kurduğu mimarlık bürosunun adıdır. Sözlüklerde kelime anlamı ölçü, ölçüt olarak verilen bu sözcük Kemal’in seçiminde daha derinlikli bir kavram olarak kullanılır. Kemal’in Miyar’ı olması gerekeni, doğru olanı ve aynı zamanda kişisel olanı anlatır.
Nimet Özgönül
Miyar Kemal’in özenerek kurduğu mimarlık bürosunun adıdır. Sözlüklerde kelime anlamı ölçü, ölçüt olarak verilen bu sözcük Kemal’in seçiminde daha derinlikli bir kavram olarak kullanılır. Kemal’in Miyar’ı olması gerekeni, doğru olanı ve aynı zamanda kişisel olanı anlatır. 1959 yılında Bilecik’te doğan, 1976’da girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü 1983’te Mimar Sinan üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olarak bitiren Kemal Nalbant 1981 yılında öğrenci statüsünde Cansever Mimarlık Atölyesinde profesyonel yaşama başlar ve 1986 yılında ODTÜ Mimarlık Bölümü Restorasyon Anabilim Dalındaki Yüksek Lisans Programı ile tekrar öğrenciliğe döner. İstanbul efendisi, Akademi’nin sanatla bütünleşmiş değeri Kemal ile ilk tanışıklığımız bu dönemdedir. Ağa han ödüllerine layık görülen, araştıran, yazan ve de tabi ki sürekli çizen, her noktada okuyan, yaptığı işleri büyük bir ciddiyetle ele alan Kemal, düşüncelerini esirgemeden, eğip bükmeden söyleyen, hani içi
dışı bir deniler ya işte öyle biri idi.
Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu üyesi olarak içinde bulunduğu süreçlerde insana, mekana olan aşırı duyarlılığını kente ilişkin kaleme aldığı yazılarında bize sunan Kemal, 2004 yerel seçimler
öncesinde, belediyenin hazırladığı uçuşan “Zihni Sinir” Ankara projelerine, Ulus Tarihi Kent Merkezi, Cumhuriyet Dönemi Ankara’sı ve Ulus Tarihi Kent Merkezi Projesi çalışmalarını “…filin zücaciye ükkanına
girmesi” ile özdeşleştirerek, “tarih nasıl hacamat edilir” konusunda kendi özgün üslubu ile kamuoyunda herkesin katılabileceği bir tartışmayı başlatır. Kaleme aldığı ULUS ”bir başka“ güzelleşecek şimdi1 başlıklı değerlendirme yazısında “1950’li yıllarda İstanbul’u güzelleştiren Menderes ve etrafındaki “mühendis gözlüklü adamların” ikinci kuşak daha İslami versiyonlarının (tüm ülkeyi saran bölünmüş yol projelerini hatırlayın) animasyonlarla başlayıp giderek yakınlaşan nal seslerine artık kulak vermek zamanı gelmiştir.” diyerek Belediye Başkanına şöyle seslenir; “Halfeti gibi bir kültürel mirasa sahip yerden gelen, Ankara Belediye Spor Başkanı’na da teessüflerimizi bildiriyoruz. Çünkü Brezilyalılar iyi oynamıyor. Güzelleşelim beyler, hanımlar.” Kemal üstlendiği proje metinlerinde mimarlık ve araştırmayı kendine özgü bir bütünsellik anlayışı ile harmanlar. Ortaya çıkan metinler Kemal’i anlatan, “onu”, mimarisindeki yaklaşımını anlamamızı sağlayan, kendine özgü yazınsal yapıtlardır, Kemal’i çağrıştıran mimarlık ürünleri kadar da özgün ve özeldir.
Kimlik karmaşasının yaşandığı günümüz kentlerinde artık mimari, mekan ve yaşam, Osmanlı yada Selçuklu ve İslami yaşamın renklerine büründürülmeye çalışılırken, İslam dinine ve Osmanlı dönemine ait
kavramlar, “…mışcasına” karakterlere yeniden ortaya çıkartılırken, işte tam da böylesi bir dönemde, Hatay Arkeoloji Müzesini tasarlar Kemal. Tasarımında alanın kültürel peyzaj öğeleri olan Roma Dönemine ait “su kanalları” ile “okaliptüs korusunu” ve “anıtsal” denebilecek “çınar ve ardıç ağaçlarını” koruyan, onların etrafında konumlanan bir müze yapısını bölgenin bağlamı ve mimarinin evrenselliği ile yorumlayarak kurgular...
Kültürlerin, dinlerin buluştuğu, birleştiği mottos/sloganı ile her dönemde ülkenin öne çıkan kentlerinden biri olan günümüz Hatay yerleşmesinin yeni hafıza mekanı Hatay Arkeoloji Müzesi ile tarım ve sanayi emekçisinin mekanı endüstri mirası Adana Milli Mensucat Fabrikası’nın korunarak yaşatıldığı Adana Müzesi Kemal Nalbant’ın son dönem tasarladığı ve uygulamasını kontrol ettiği hafıza, bellek
mekanlarından sadece ikisidir.
Projelerinin her aşamasını heyecanla anlatan Kemal, Hatay Arkeoloji Müzesi tasarımını “hafıza” üzerine kurgularken, Hafıza’yı kronolojik olarak hafıza sanatının üç klasik kaynağından biri olan Roma’nın en
etkili retorik hocası Quintilianus’a ait Instutio Oratoria adlı eserine gönderme yaparak, müze projesinin senaryosunda da buradan esinlenir. “…İlk adım, belirli bir sıra izleyen bir dizi yerin hafızaya işlenmesidir…
Hafızaya bu bir dizi yeri işleyebilmek için önce bir yapıyı hayal etmek gerekir. Bu yapı mümkün olduğu kadar büyük ve farklı odalara sahip olmalıdır: giriş, oturma, misafir ve yatak odaları vb. Daha sonra, ilerde konuşma yaparken hatırlanması gerekecek imgeler, örneğin bir çapa veya silah, hayali yapıdaki sırası ezberden bilinen odalara yerleştirilir…
Konuşma esnasında, sırasıyla hayalinde bu odaları dolaşan konuşmacı, imgelerini önceden yerleştirmiş olduğu odalardan gerisin geri toplar. Yöntem, konuşmadaki şeylerin düzgün bir sırayla hatırlanmasını sağlar, çünkü bu sıra yapıdaki odaların düzenini izler.” Antik çağlardan Ortaçağ’a geçildiğinde, hafıza sanatı, retoriğin yanı sıra Hıristiyan etiğinin de hizmetine girer. Cizvit Rahip Matteo Ricci’nin hafıza sarayı ile 1530’larda yaşadığı bilinen Guilio Camillo’nun klasik tiyatro mimarlığından uyarladığı hafıza tiyatrosu (Yedi sütunun taşıdığı, yedi kademeli, yedi geçit ve yedi çıkışı olan) modern müzeler dönemine kadar, birçok müze fikrinin esin kaynağı olmuştur. İkisi de bir gösterge sistemi ve dil inşa eder ve bilgiyi tek bir mekanda örgütlemeyi hedefler.
Retoriğin ve sanatın anahtarı olarak kabul edilen metaforica hep destek görür. Ayrıca metafor sanatı, basiretin gereği olan, geçmişle şimdiki zamanın ve geleceğin bağlantılandırılması bakımından da önemsenir. Bu bağlamda Dante’nin İlahi Komedya’sı sadece Hıristiyanlık öğretisinin ve dünya edebiyatının değil, hafıza sanatının da baş yapıtıdır. Dante (1265-1321) çağının astroloji, matematik ve geometri ilimlerinden yararlanarak, okuyucusunu kutsal yıldızlar, rakamlar ve şekiller aracılığıyla cehennemin diplerinden Tanrı katına çıkarır. Yapay hafıza ile dönemin ikonografisi arasındaki bağ, resim ve heykelden daha açık olarak mimarlıkta temsil olur. Çünkü yapay hafızadaki imgelerin yeri zaten mimarlıktır, hafıza saraylarının mimarlığıdır. Mimarlık, imgeleri belirli bir sıraya soktuğu için, hatırlanma önceliklerine göre onların zaman içindeki yerlerini, kronolojilerini de belirler. Zamanın da mekanını oluşturur. Hafıza kadar kurguladığı tarihin de sahnesi olur”. 2 Proje, tüm bu antik ve ortaçağ “hafıza” söylemlerinin Antakya Müzesi bağlamında yeni bir denemesini/senaryosunu aramayı amaçlamaktadır.
Kemal kendi üslubu ile yine aynı projenin senaryosunu aktarırken buna bağlı şekillenen mimarisini de bizlere aktarmış olur.
“…Aslen 19.yy gravürleri ve 20.yy başı Antakya fotoğrafları ile başlayan bu yaklaşım, söz konusu fotoğrafların en önemli öğesi olan Asi nehri ve onun üzerindeki Nora’lardan yola çıkar. Ve bir şekilde, karşı yakadaki “Kadim Antakya”ya giriş, suyun üzerinde konumlanan bir köprü ile arkadaki müze/kent’e, kent/müze’ye ulaşarak başlar. Bu noktada “Peyzaj adeta aslında var idi ve kent/müze buna göre konumlandı.” İşte bu Peyzaj’daki başat unsur olan su(zaman), bir nora(su tekerleği/zaman değirmeni) ile kente/müzeye taşınır. Müzeyi hareket halinde olacak bu nora besleyecektir. Müze/Kent’e girince, onun bir tür hafıza sarayı gibi, her biri bir dönemi ya da hikayeyi anlatan çekmecelerden oluştuğu görülmektedir. Bu müze’nin iki ana unsuru Roma dönemi/mozaikler ve protohistorik dönem höyüklerden bulunan eserlerdir. Müze/Kent’in Roma sütunlu caddesi/su taşıma kanalı, su kemeri metaforlarından yola çıkan bir iskelete sahiptir. Çekmeceler bu iskelete takılırlar. Aslında alanda var olan ve korunması öngörülen Roma Su Kanalları, bu Roma iskeletini nerede ise gerçek kılar. Bugünkü Antakya kentinde oldukça aşağılarda kalan Roma ruhu ve 1930’lu yıllarda onu arayan/canlandırmaya çalışan kazı yapan arkeologların heyecanı burada hayat bulur.
Ve aşağı inen büyük rampa, bizi mozaiklerin çıkarıldıkları bağlamları canlandıran salonlara taşır. Daha sonra M.S. 1.-5. yy.’larda yaşanan Hıristiyan/Pagan Dünya geriliminin önemli bölümlerine sahne olan
Antakya’nın erken Hıristiyan döneminin ve Ortaçağ’ın kayalıklara oyulan mimarisi ile senaryo sonlanır.”
Kent ve kentliler için çekici bir yapı olmasını sağlayacak işlevlerle desteklenmiş Müzede, alan içindeki kültürel peyzaj öğeleri tasarımın başat öğeleri olarak korunmuş, geçmişle yoğrulan açık ve kapalı mekan ve öğelerden oluşan, kentin yeni hafıza mekanı Müzenin sunumunun o coşkulu senaryosu, avlular etrafında gelişen ve çeşitli kademelere oturan parçalı Müze yapısında bir tür Geleneksel Antakya Mahalle ilişki kurgusu içinde izlenmektedir. Bu yaklaşımın yer yer avluların alt zemin kotunda, müze arazisi etrafındaki düzensiz yapılaşmaya/ çevreye sırtını dönen/içedönük bir yapı yerine, onunla ilişki kuran tavrı ise geçmişin gelecekle kuracağı ilişkinin bütünleştirilmiş durumunun işaretidir.
Sonuçta Hatay Arkeoloji Müzesi, Asi nehrinin sonsuz Amik Ovası’nda binlerce yıldan bu yana oluşmasına sebep olup tanıklık etmiş olduğu uygarlıklarla değişik ölçeklerde kurduğu bir iç dünyanın temsili yönünde bir çabadır.
Koruma/mimari/kentsel tasarım birlikteliğinden oluşan projeleri yapmaktan sonsuz haz alan Kemal, projelerinde kültürel “ihracat”lara karşıdır, kültürler kutsaldır onun için… Tasarladığı yapılarda yerin
kültüründen öğe ve nesnelere her zaman yer vermiş, ancak onları yorumlayarak kullanmıştır. Sonuçta mimarisindeki bu Kemal’dir diye konuşan unsurlar da bağlamdan çıkarsanan nesnelerdir. Bu nesneler
Sivrihisar, Kırşehir TŞOF dinlenme tesislerinde, Ürgüp Kent Merkezindeki düzenlemede, Kız Kalesi’nin koruma/onarım ve yeni kullanım projesinde, Ankara Şoförler Odası binasında, Kırklareli Meydan
düzenlemelerinde ve sıralayamadığım diğer tasarımlarında bazen yerin, bazen geçmişin bazı öğeleri Kemal’in koruma/onarım ve mimari projelerindeki yeni yorumlu simge öğeleri, tasarımının unsurları olmuştur.
Tasarladığı her projeyi zaman geçse dahi her zaman aynı heyecanla anlatan, mimari konulardaki belleği ile şaşırtan bir arkadaşımızdı. Son yıllarda kurumlar tarafından sürekli vurgulanan “en” ler dizininde Hatay ve Adana Müzesi ile Türkiye’nin en büyük müzelerini tasarlayan dostum, arkadaşım son günlerinde heyecanla beklediği Adana Müzenin açılışına katılamadı ancak bazı sahnelerini son anlarında izleyerek bu mutluluğu yakalayabildi. Kemal güzel bir insandı, güzelliklere düşkündü... Doğrucuydu, hak gözeten biriydi bu bağlamda adaletli, adildi... Yaşam alanlarının gittikçe daraldığı bugünün ortamında inandıkları konusunda düşüncelerini kendi üslubu ile sakınmadan söylerdi. İyiliğin, hoşgörünün gücünü tılsımını yakalamış, yayan; mimarlık yolunda kendi yazdığı masala yürüyen heyecanlı savunular da Kemal’in kişiliğidir.
Kemal’i hayata bakışındaki o heyecanlı bir o kadar da mütevaziliği içinde çok sevdiği, ölçeğine hayran olduğu memleketi Bozüyük’teki Kasım Paşa Cami’nden, sakin çiseleyen yağmurlu bir günde uğurladık…
Dostların, arkadaşların, kızların “özleyecek” seni Kemal…
Kaynak : Serbest Mimar Dergisi, 26. sayı, 2017 - Temmuz, Sf. 10-11